Ekim 2001
Ana Sayfa > Tasavvuf > Doğadan > Mizah > Makaleler

Makaleler
Gökler ona kucak açtı
Herşey Güzel Olacak
Mektup
Ankara ovasına bakarken
Testiyi kırdık biz
Kastamonu
Umuru Din O Dünya
Amerika'dan taşan şiddet

 


Kalplerin Yumuşama Zamanı: ÜÇ AYLAR
Ahmet Safa

İçerisinde Recep ve Şaban ayından başka Regaib Gecesi, Mirac Gecesi, Berat Gecesi, Ramazan Ayı ve Kadir Gecesi bulunan bu mübarek iklim, göklerden mücevherlerin üzerimize yağdığı son derece feyizli ve bereketli günlerdir.

Bir zamanlar mıknatıs gibi bizleri içine çeken aşk ve heyecan dolu manevi atmosferi bir hatırlayıverelim. Coşkulu kalpler, buğulu gözler, muhabbetle yanan lâtifeler, heyecanla titreyen gönüller... Kelebeklerin ışık etrafında dönüşünü andıran ruhaniyet ve marifetle dolu bir iklimde, hizmet ve ibadet için sağa sola koşuşan o nurani simalar hayalimizde hep tazedir.

Hayalen maziyi dolaştıktan sonra, bugün eğer kendimizde bir gevşeme ve pörsüme hissediyorsak, yapılabilecek tek şey kalbi

kasvetten temizlemektir. Bunun en kolay yolu da Allah’ın zikriyle kalpleri yumuşatmaktır.

BEREKET GÜNLERİ

Üçaylar zikir cümlesinden olan nafile ibadetlere alışmak ve hayatımızın bir parçası haline getirmek için en uygun zaman dilimleridir. İçerisinde Recep ve Şaban ayından başka Regaib Gecesi, Mirac Gecesi, Berat Gecesi, Ramazan Ayı ve Kadir Gecesi bulunan bu mübarek iklim, göklerden mücevherlerin üzerimize yağdığı son derece feyizli ve bereketli günlerdir.

Allahu Tealâ bu günlerde lütuf ve ihsanını onlarca, yüzlerce, binlerce onbinlerce misli fazla yağdırır. Mesela sadece Kadir gecesinde Kur’an-ı Kerim’i okuyan kimseye, her bir harfi için otuzbin sevap verilir.

Dolayısıyla bu mevsimlerde yapılan ibadetler, günahların temizlenmesinde ve Allah katındaki derecelerin yükselmesinde çok tesirlidir. Ayrıca nafile ibadetler şehvetleri kırar ve kalbi masivadan temizlemeye yardımcı olur. Fakat doğrudan kalbi çalıştırmaz. Zira Allah Tealâ ile sürekli irtibatı sağlayan ve kalbi çalıştıran yegâne şey, bildiğimiz manadaki zikrullahtır. Bu sebeple hadis-i şeriflerde zikrullahın oruç ve sadakadan üstün olduğu beyan edilmiştir.

'YOK MU İSTEYEN, VEREYİM'

Recep ayı Allahu Tealâ’nın “haram ay” olarak vasıflandırdığı, yani kendisine hürmet gösterilmesini emrettiği aylardan biridir. Diğerleri ise Zilkâde, Zilhıcce ve Muharrem aylarıdır. Cahiliye döneminde müşrikler bile bu aylara hürmet eder, baskın, çapulculuk ve savaş yapmazlardı. Recep ayında zaman zaman oruç tutarak bu aya hürmet eden Allah Rasulü A.S., Şaban ayının büyük bir kısmını oruçlu geçirirdi. Bu ayın 15. gecesi olan “Berat Gecesi” için ise şöyle buyurmuştu:

“Allah Tealâ, Şaban’ın 15. gecesi, -rahmetiyle- dünya semasında tecelli eder ve Kelb Kabilesi koyunlarının kılları sayısından daha fazla kişiyi bağışlar.”

“Şaban ayının ortasında (berat gecesinde) gece ibadet ediniz, gündüz de oruç tutunuz. Allah, o gece güneşin batmasıyla dünya semasında tecelli eder ve fecir doğana kadar, ‘yok mu benden af isteyen, onu affedeyim. Yok mu benden rızık isteyen, ona rızık vereyim. Yok mu bir musibete uğrayan, ona afiyet vereyim.’ der” (Tirmizî, İbn-i Mace)

RAHMET DERYASINDA ARINMAYA HAZIRLIK

Ramazan-ı Şerif, müminin iç aleminin dirildiği, nefs ve şeytanın prangaya vurulduğu, cennet kapılarının ardına kadar açıldığı bir hasat mevsimidir. Farz oruç ve namazların yanı sıra teravih, tesbih ve diğer namazlarla, zekât, sadaka ve iftar yemeği yedirmekle, Kur’an, zikir ve tesbihatla meleklerin zirvesinde dolaşılan bir ay... Kadir Gecesi ise, hayatın kârını elde edip meleklerin katında zirveleşme noktası. Ardından vuslat ve bayram...

Görüldüğü gibi, Recep ayında hafif bir tempoyla başlayan nafile ibadetler, Şaban ayında artarak Ramazan-ı Şerif’te yoğunlaşmaktadır. Böylece Nafile ibadetlerle üçaylardan bir nevi melekiyyet elde ederek çıkmak, bu ayların en büyük hususiyetlerindendir.

Hz. Peygamber A.S. Şaban ayında ve pazartesi, perşembe günleri amellerin Allah’a arz edildiğini, onun için bu günlerde oruçlu iken amellerinin Allah’a arz edilmesinden hoşlandığını buyurmaktadır. (Neylü’l-Evtar)

Bu yüzden nafile oruç tutma alışkanlığı olmayanlar, önce müstehap olan pazartesi ve perşembe oruçlarını tutmakla iyi bir kazanç sağlayabilirler. Gene müstehap olan kamerî ayların onüç, ondört ve onbeşinci günleri ile Ramazan’dan sonra altı gün Şevval orucunu tutmak da böyledir. Bunlardan başka Allah’a vuslat yolunda namaz, müminin miracı, önünde ışığı ve altında burağıdır. Mümin, duha (kuşluk) namazıyla güneş gibi yükselir, Evvabin ile Allah’a yaklaşır ve teheccüd ile kabir ve berzah karanlıklarına ışıklar gönderir.

YENİ BAŞLANGIÇLARA DOĞRU

Netice itibariyle, gerek Allah Dostlarının ve gerekse içerisinde bulunduğumuz bu mübarek günlerin kırbaçla dokunur gibi ruhumuza ihtar ettiği ortak bir hakikat vardır. Hal lisanıyla söylenen bu hakikat şudur:

“İman edenlerin, Allah’ı zikir ve indirdiği hakikat sebebiyle kalplerinin saygıyla yumuşama zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onların bir çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Hadid/16)

Ömrünü eşkiyalıkla geçiren Fudayl b. İyaz K.S., bir gün yüksekçe bir duvarın üzerine çıkmış, bir kadını seyrediyordu. O sırada biraz ileride bir zat da yukarıdaki ayeti okuyordu. Fudayl, kırbaç gibi ruhunda şaklayan “Kalplerin saygıyla yumuşama zamanı gelmedi mi?” ayetini duyar duymaz kendini yere atmış ve “o an geldi ya Rabbi” diyerek tevbe etmişti. İşte o an, Fudayl’ın Hakk’a vuslat yolunda yeni bir dönüm noktasıydı.

Ayet-i Kerime bizi de tevbeye davet ederek içinde bulunduğumuz şu günlerde geniş mefhumuyla şöyle ihtarda bulunuyor:

“Mübarek üçaylara girdiniz, Regaib gecesini geride bıraktınız. Bu elinizdeki son fırsat olabilir. Hâlâ Allah’ı zikrederek ve Kur’an okuyarak kalplerinizin yumuşama zamanı gelmedi mi?”

sayfa başı

GÖKLER O'NA KUCAK AÇTI
Mehmet Emir

Alemlerin Efendisi, cenneti bütün güzellikleriyle görüp Cemalullah ile müşerref olduk-tan sonra gene bizim içimize döndü. Ona kal deselerdi de gene dönecekti. Cennetin güzelliklerine doyamamıştı ama orada kalmaya da niyet etmemişti. Çünkü o çoktan ikamet edeceği yeri seçmişti. O yer bizim sinelerimizdi.

Hicret’ten bir buçuk sene önce idi. Zor ve sıkıntılı zamanlardı. Allah Rasulü A.S.’a en büyük desteği veren sevgili hayat arkadaşı Hatice Validemiz dünyasını değiştirmiş, ardından da kendisini en zor şartlarda bile himaye eden amcası Ebu Talip vefat etmişti. Müminler dayanılmaz işkencelerle yüz yüzeydi. İki Cihan Güneşi A.S.’ın boğazı sıkılıyor, başına işkembeler konuyor, mübarek simasına tükürükler savuruluyordu. Bilmiyor ve anlamıyorlardı ki, o yüzde tecelli eden, Allah Tealâ’nın nuru idi. Efendimiz’in mübarek kalbi kırık ve üzüntü içindeydi. Üst üste gelen bu felaketler karşısında herhangi bir insan olsaydı, kalbinin duruvermesi işten bile değildi. Fakat O, Allah tarafından destekleniyordu.

İşte tam bu sıralarda, Allah Rasulü A.S.’ın kırık kalbini ziyadesiyle ferahlatacak büyük bir mucize gerçekleşti.

En Kutlu Yolculuk: İSRA ve MİRAC

Bir gece Kâbe’nin “Hatim” denilen mevkiinde uzanırken Cebrail A.S. yanıbaşında beliriverdi. Efendimiz A.S., Burak adı verilen ve şimşek manasına gelen beyaz bir binite bindirildi. Burak, sırtındaki mübarek yolcuyu Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya taşırken, adımını ufukta görülebilen en son noktanın da ilerisine atıyordu.

İki Cihan Serveri A.S., Beytü’l-Makdis’e varınca, burada toplanan peygamberlerin ervahına imam olup namaz kıldırdı. Efendimiz A.S.’ın “isra” adını alan bu gece yolculuğu Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılır:

“Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir.” (İsra/1)

Hz. Peygamber A.S. Efendimiz, Cebrail A.S. ile birlikte Beytü’l-Makdis’ten manevi bir binekle semalara yükselmeye başladılar. Bütün zaman ve mekân mefhumları kaldırılmış ve maddi mesafe ölçüleri aşılmıştı. Yıldızlar birer kaldırım taşı gibi ayakları altında diziliyordu. Yedi kat semanın her bir katına uğradıkça gök kapıları açılıyor, burada nebiler, Alemlerin Efendisi’nin miracını tebrik ediyorlardı. Huriler perdedarlık yapıyor, melekler önünde saf saf duruyorlardı. Nihayet öyle bir noktaya varmışlardı ki, Cebrail A.S., “burası Sidre-i Müntehâ’dır. Ben buradan bir parmak ucu ileri geçersem yanarım” diyordu.

Allah Rasulü A.S., vahiy meleğini ilk kez kendisine peygamberlik vazifesi verilirken Mekke’de asli suretiyle görmüştü. Haşmetli kanatlarıyla göğü kaplıyordu. İkinci kez de asli suretiyle Sidre-i Müntehâ’da gördü. Kur’an-ı Kerim bu mevzuya işaretle şöyle buyurmaktadır: “Hemen kendi asli suretine girip doğruldu. İşte o zaman, kendisi en yüce bir ufukta idi.” (Necm/6-7)

KALDIRILAN PERDELER ve HUZURA VARIŞ

Şanlı yolcu bundan sonra Refref ile yoluna devam etti. Bu yolculukta arz, sema, mekân, altı yön diye bir şey kalmamıştı. Fakat Allah Rasulü A.S., yolculuğuna mübarek ruh ve lâtif cisimleriyle birlikte devam ediyordu. Yetmiş bin perde kaldırılmıştı.

Artık “imkân”la “vücub” arası bir noktaya varmış, Allahu Tealâ’nın cemaliyle müşerref olmuştu. Bu nokta, “gabe kavseyn: iki yay arası”ndan sonra “ev ednâ: belki daha da yakın” (Necm/9) maka­mıydı.

Cenab-ı Peygamber A.S., arada hiçbir perde olmaksızın Rabbi’nin cemalini müşahede ediyordu. Dünyanın bin senelik en mesut hayatı cennetin bir dakikasına bile denk değildir. Binlerce senelik cennet hayatı da bir tek dakika Cemâlullah’ı müşahedeye denk değildir. Müminler bu cemali görecekler ve görünce de cennetin nimetlerini unutacaklar.

Cenâb-ı Peygamber A.S: “Ettehıyyâtü lillâhi ve’s-salavâtu ve’t-tayyibât: Bütün tazimler, tekrimler, dille ve bedenle yapılan her türlü ibadet yalnız Allah’a mahsustur.” Buyurarak selam verdi. Cenab-ı Rabbi’l-Alemin de: “Esselâmü aleyke eyyühe’n-nebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtuh: “Ey Nebi, Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun.” buyurdu.

Sonra karşılıklı iki dostun konuşması harf ve sesten münezzeh olarak devam etti. Miracın bundan sonraki tafsilatını anlamaktan ve anlatmaktan insanoğlu acizdir. O habib ile mahbub arasında kalan bir sırdır. Fakat Allah Rasulü A.S., meleklerin ulaşamadığı noktaları tuttu. Arş, Kürsî, Cennet ve Cehennem gibi varlıkları bütün azametiyle gördü. Ta ki döndüğü zaman bu alemleri ümmetine yakîn ile haber versin.

O YİNE ARAMIZA DÖNDÜ

Alemlerin Efendisi, cenneti bütün güzellikleriyle görüp Cemalullah ile müşerref olduktan sonra gene bizim içimize döndü. Ona kal deselerdi de gene dönecekti. Cennetin güzelliklerine doyamamıştı ama orada kalmaya da niyet etmemişti. Çünkü o çoktan ikamet edeceği yeri seçmişti. O yer bizim sinelerimizdi.

Bu fani alemde belki ızdırap görecek, belki yine başına taşlar atılacak, topraklar saçılacaktı ama kıyamete kadar müminler muallâ bir taht gibi sinelerini O’na, O’nun sevgisine açacaklardı.

Aradan asırlar geçtikten sonra Veli Abdülkuddüs K.S. Hazretleri diyor ki: “Hz. Peygamber A.S., miraçta bir faninin aşamayacağı noktaları aştı. Kimsenin varamayacağı noktaları tuttu. Allah’a yemin ediyorum, eğer ben o noktaya varsaydım vallahi geriye dönmezdim.”

Gözünü Cemâlullah’a diken Allah Rasulü A.S., vuslata erinceye kadar “seyr-i ilellah” durumunda iken Melekût Alemi’nin acaip hallerine hiç iltifat etmedi. Vuslattan sonra dönerken cennet ve diğer alemleri en ince detaylarıyla müşahede etti. Zira Melekût Alemi’ni müşahede etmek her ne kadar makbul ise de, Cemâlullah’a nisbetle hiçbir şey değildi. Kur’an-ı Kerim onun bu halini şöyle övmekte: “Muhammed’in gözü kaymadı ve kamaşmadı” (Necm/17)

İki Cihan Güneşi A.S. miraçtan bize bir çok hediyeler getirdi. Bu hediyelerin en büyüğü namazdı.

Ruhumuz şu gurbet aleminde çok örselendi, çok hırpalandı. Başta Hz. Rasulullah A.S. olmak üzere sevdiklerimizin hemen hepsi öte alemde. Sevgililer Sevgilisi’ne vuslat da orada. Bizim de sevdiklerimize kavuşturacak bir Burak’a çok ihtiyacımız var; namaza ihtiyacımız var.

sayfa başı

 

HERŞEY GÜZEL OLACAK!..
Ahmet Yatağan

Kurban bayramına kırk gün kadar kalmıştı. Kainatın Biriciği A.S. Medine’ye hicret edeli nerdeyse altıncı yıl tamamlanacaktı. Zilkâde ayının başıydı...

Beytullah’a olan sevgi yüreklerde gün geçtikçe artıyordu. Mekke’de yaşanan bütün hatıralar, tüm sohbetlerin belki de özünü oluşturuyordu. Gün geçmiyordu ki Bilâl-i Habeşî R.A.’ın Beytullah’ta okuduğu ezan kulaklarda çınlamasın, Taif dönüşü Kainatın Efendisi’nin Mekke’ye mahzun dönüşü gözler önünde canlanmasın...

Nur-u Muhammedî’yi hayatlarında bir kez olsun görebilmek, o

nurlu bakışları arasında ellerine sarılabilmek için Medine’den koşa koşa gelen ve Akabe tepeciklerinde “bir umut...” diye bekleşen o oniki yeni müsümanın, kalplerinden süzülüp gözlerinde canlanan neşe nasıl unutulabilirdi. Hele Mus’ab b. Umeyr R.A.’ın onlara Kur’an öğretecek ilk öğretmen sıfatıyla gidişi... O kadar ashabın arasından Kainatın Biriciği’nin Mus’ab b. Umeyr’e işaret ederek çağırması unutulabilir miydi? O gün onun yerinde olmayı kimler istememişti ki...

RÜYADA MÜJDELENEN KAVUŞMA

İşte o gün Medine’de, kurbana yaklaşık kırk gün kala, Allah’ın Rasulü A.S. ashabına şu müjdeyi veriyordu:

“Ben bir rüya gördüm. Kesinlikle Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Hacc’ın bir gereği olarak saçlarınızı tıraş edeceksiniz. Hem o vakit, Kâbe’nin kapısının anahtarı benim elimde olacak!..”

Allahu Tealâ’nın “evim” diye sıfatlandırdığı yere kavuşabilmenin hazzını, o günün hatıralarını yaşayanlar elbette daha iyi bilir. O yüce insan bunu söylemişse ve bir önceki yıl haccın farz olduğunu Cebrail A.S. bildirmişse artık beklenen gün geldi demektir.

Tüm hazırlıklar başladı, kurbanlık develer işaretlendi...

Bu arada unutulmaması gereken tek şey vardı: Eğer bir işte Allah ve Rasulü, bir taraftan müminlerin gönüllerinde, diğer taraftan da müşriklerin kötü emellerinde ana hedef ise hadisler nice hikmetlerle ilmik ilmik dokunacak demekti.

İşte daha yolun başında iken bu hikmetlerden sadece birisi;

Vaktiyle Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkmaya giderken yolda çöküp kalan ve yerinden kaldırılamayan fili gibi; o gün de Kainatın Efendisi A.S.’ı taşıyan deve Kasvâ bir ara yere çöktü. Asla kaldırılamadı. Ne zaman ki Allah Rasulü A.S. Allah’a yemin ederek:

“Kureyş müşrikleri, Allah’ın Harem’inde işlenmesini yasak kıldığı şeylerden hangisini benden isteyecek olurlarsa kesinlikle kabul edeceğim. Bu husustaki isteklerini yerine getireceğim.” buyurduktan sonra Kasvâ bir anda ayağa kalktı ve yoluna devam etti. (İbn-i Hişam, Sîre; İbn-i Sa’d, Tabakat; Buharî, Sahih)

Allah’a giden yolda o kutlu Rasul işte böylesine teslim oluyor, meydana gelecek nice hadiselerin perde arkasını sözleriyle, yaptıklarıyla gösteriyordu. Bu yüzden O’na her şeyi ile teslim olanlar, O’nun rehberliğinde pek çok hakikati herkesten önce görecek demekti bu.

Ve nihayet... Hudeybiye ufukta göründü. Burası Harem-i Şerif’in sınırları arasında küçük bir kasaba ve hac farizasının başladığı yer. Sevgili Peygamberimiz A.S. müşriklere bu gelişlerinin sebebini söyledi:

“Biz hiç kimse ile savaşmak niyetiyle gelmiş değiliz. Sadece Beytullah’ı tavaf ve ziyaret etmek istiyoruz. Ama kim bizi bu ziyaretten alıkoyarsa onunla da savaşırız. Kimse ashabımla benim arama girmesin. Beni onlarla baş başa bıraksın. Bu konuda bir anlaşma bile yapabiliriz. Ne var ki, Kureyş müşrikleri böylesi bir mütarekeden kaçınır, benimle çarpışmaya kalkışırlarsa, varlığım kudret elinde olan Allah’a yeminle söylüyorum ki: Şu yaymaya çalıştığım din uğrunda, başım gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla çarpışacağım. İşte o zaman Allah da bana yardım edeceği vaadini mutlaka yerine getirecektir.” (İbn-i Sa’d, Tabakat; Taberî, Tarih; Aburrezzak, Musannef)

Bu kararlılık basit bir rüyanın eseri değildi. Zira Allah Rasulü bir rüya görmüşse eğer; bu vahiy demekti.

Haber, müşriklerin gündemine bomba gibi düşmüştü. Bu sözler dalga dalga yayıldı. Artık müşriklerin toplantılarının ardı arkası kesilmiyordu. Kalplerindeki kin ve öfke bir kat daha artmıştı. Düşüncelerini bir bir yazıya döktüler. Hudeybiye Anlaşması’nın maddelerini kendilerince özenle tespit ettiler. Kureyşliler asla kaybetmek istemiyorlardı.

Bu görüşmeler sırasında Kureyşliler ilm-i siyaset gereği Sevgili Peygamberimiz A.S.’a o kadar sıcak davranıyorlardı ki, görüşmeye gelenlerden biri Allah Rasulü’nün mübarek sakalını okşuyor, ama o sırada ashabtan Mugire b. Şube R.A., “çek pis elini Rasulullah’ın sakalından, yoksa elini kopmuş bil!” derken, Sevgili Peygamberimiz tebessüm ediyordu. (Vakıdî, Megazi; Zürkanî, Mevakıb Şerhi; İbn-i Hişam Sire; Ahmed, Müsned)

FERASET, SABIR ve SEKİNET

Tüm Ashab-ı Kiram Beytullah’a girecekleri günü bekliyorlardı. Kainatın Biriciği, semüre adı verilen bir ağaç altında oturuyordu. Derken elçi olarak Mekke’ye gönderilen Hz. Osman’ın öldürüldüğü haberi geldi. Bu olamazdı, kabullenilemezdi, onlar ne niyetle gelmişlerdi, verilen cevap ne olmuştu!.. Bir kez daha başlamıştı müşrikler öfkelerini göstermeye. Esasen bu şayiayı bilerek yaymışlardı. Müminlerin güçlerini kırmak istiyorlardı muhtemelen.

Ama o gün Ashab-ı Kiram kenetlenmişti Sevgili Resul A.S.’ın etrafında. Onların bu halinden Alemlerin Rabbi çok memnun olmuş, şöyle buyurmuştu :

“Andolsun ki, o ağacın altında sana biat ederlerken, Allah müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara sekinet (kalp huzuru, güven) indirmiş ve onları pek yakın bir fetihle mükafatlandırmıştır.” (Fetih/18)

Ardından Hudeybiye Anlaşması’nın maddelerine geçildi. Müşrikler öyle maddeler sıralamışlardı ki, bir mümin için asla kabul edilebilir türden değildi. Maddeler metne yazılırken, Allah Rasulü A.S.’ın adını bile yazamamışlardı. Hatta aralarına katılmak üzere ayakları zincire vurulmuş bir halde gelen Mekkeli Ebu Cendel R.A.’ı müşriklere iade etmek zorunda kalmışlardı. Ebu Cendel’in sözleri yürekleri nasıl da parça parça etmişti;

“Kardeşlerim, canlarım! Ben mümin olarak yanınıza geldim. Göz göre göre beni müşriklere mi teslim ediyorsunuz? Uğradığım işkenceleri görmüyor musunuz? Bana işkence yapsınlar, dinimden döndürsünler diye mi müşriklere beni teslim ediyorsunuz?!..”

Gözyaşları dinmemişti o gün...

Hz. Ömer R.A., bu sözlerden az önce imzalanan ‘Müslümanların arasına gelen bir mümin geriye iade edilecek ama bir müşrik için bu kural söz konusu olmayacak’ maddesi hakkında diyordu ki:

“Ey Allah’ın Rasulü! Bunu da mı kabul edeceksin?..”

“Evet!” demişti bu itiraza Allah’ın Rasulü. Ama bir sözü vardı Ebu Cendel’e:

“Ey Ebu Cendel, sabret! Allah bir yol açacaktır.” (İbni Sa’d, Tabakat; Vakıdî, Megazi; İbn-i Hişam, Sîre)

Hudeybiye’de yirmi gün geçti. Nihayet kurbanlıklar kesildi, saçlar tıraş edildi ama Beytullah’a kavuşulamadan Medine’ye dönüldü.

Önce rüyada, sonra ayette verilen müjde elbette gerçekleşecekti ama ilâhî hikmet kavuşmayı başka bir zamana bırakmak üzere tecelli etnişti.

Fakat kalpler mahzundu. Yüreklerin derinliklerindeki sesi Hz. Ebubekir R.A. anlamıştı ve şöyle diyordu:

“Hudeybiye’den daha büyük fetih olmamıştır. Fakat Peygamber Efendimiz’le Rabbi arasındaki hakikatler hakkında halkın görüşleri kısa ve dardı. Zira kullar acele ediyorlar. Yüce Allah ise, dilediği işi kıvamına gelip olgunlaşmadıkça, gerçekleştirmekte kullar gibi acele etmiyor.” (Vakıdî, Megazi; el-Muttaki, Kenzu’l-Ummal)

MESCİD-İ NEBİ'DE İLÂHİ NURU GÖRENLER VARDI...

Ve... Mescid-i Nebiye dönmüştü müminler. Yine bir bütün olmuşlar, yaşanan olaylardan bir yolunu bulup kurtulmuşlar, Rasul A.S.’ın etrafında yeniden can bulmuşlardı. Kainatın Serveri mescidde ashabına nurlu nazarları ile sohbet ediyordu. Belki de bir şeyler anlatıyordu. ihtimal bu yüzden olsa gerek, mescide giren grup selam bile verememişti. Muhtemelen de ayakta olanın oturana selam vermesi gerektiğini biliyorlardı. Ve gelip Rasulullah’ın baş ucunda beklediler.

Derken aralarından biri halkada bir boşluk buldu, oraya oturdu. Diğeri de oturmak için adeta izin bekliyordu. Önündeki oturunca o da aynısını yaptı; kalabalığın arasından yere süzülüverdi. Boş bulduğu yere edeple oturdu. Ama üçüncüsü...

O an Hz. Mevlâna’nın: “Cemaatin havassına da avamına da bir muhabbet çökmüş, mescidin içine de dışına da ilâhî bir nur dolmuştu. Basiret sahibi olanlar mesciddeki nur-u ilâhîyi görüyorlardı. Aslında gözü kör olanlar bile güneşin sıcaklığını hisseder. Ama körün gözü, güneşin doğduğunu güneş yükselip ortalığı ısıtınca anlar. Zira güneş iyice yükseldi mi her yeri aydınlatır. Bu sıcaklık kalplere genişlik verir. Ama evvelini bilmeyen kör, güneşin bu sıcaklığını hissedince gözüm açıldı der. Ey insan! Sen bu hararetle mest olmuşsun. Senin duyduğun basit zevk ile öncekiler arasında epeyce yol vardır. Kör olanın güneşten nasibi ne kadar olacak ki!..” dediği gibi bir hal yakıyordu. Güneş’in sıcaklığı onu mescide kadar getirmişti.

Ama o, o vakte dek yaşadıklarından olumsuz etkilenmiş, nefsine mağlup olmuş, kalbindeki düşünceler yüreğinin derinliklerinde imanla bütünleşmemiş olacak ki, bu meclis ona güzel görünmedi. Nur-u Muhammedî’yî kendisine sığınılacak bir kapı olarak göremedi, içi daraldı, bunaldı ve orada duramadı. Kendini zor attı Mescid-i Nebi’den.. (İbnu Hacer, Fethu’l-Bâri)

Kapıdan çıkarken, “zaten bunlar...” diyerek kim bilir neleri zihninde kurguluyordu. Ama Kainatın Biriciği bir hakikati ashabına şöyle anlatıyordu:

“Size şu üç kişinin durumunu anlatayım mı? Onlardan biri Allah Tealâ’ya yöneldi. Allah da onu barındırdı. Diğeri Allah’tan çok utandı, haya etti. Allah da ona merhamet etti, acıdı. Ötekisi ise Allah’tan yüz çevirdi. Allah da ondan yüz çevirdi.” (Buharî, Müslim)

O gün, Allah’a teslim olanın işlerine teslim olan, O’nun Habibi’nin dilinden işte böyle muştulandı.  Nefsi galebe çalıp kibir ve gurura kapılanlara gelince; yüz çevirdikleri rahmetin de onlardan yana dönmeyeceğini Allah Rasulü apaçık haber verdi. İlk insandan bugüne yaşanan nice hadise de haber vermeye devam ediyor.

sayfa başı

 

MEKTUP
Mehmet Ildırar

ZİKİR, HER AN O'NUNLA OLMAKTIR

Zikreden bir kulla, zikretmeyen gafil arasında, kalpte ilâhî anlayışta fark vardır. Evliya-i izamın beyanına göre zikrin aslı ve hakikati, bir emr-i ilâhî geldiği zaman, veyahut mümin bir haramla karşılaştığı zaman Allah Tealâ’yı hatırlamasıdır.

Şöylece düşünmek lazım gelir: İnsanoğlu hayatı boyunca ya haramlarla yüzyüzedir, veya Allah’ın emrettiği fazilet, ibadet ve taatlerle karşı karşıyadır. Hiç bir anımız yoktur ki, bu iki yoldan biri karşımızda bulunmasın. Başka bir ifadeyle her anımızda ya Allah’tan yanayız yahut nefs ve şeytandan yana. Bunun ortasında üçüncü bir durum yoktur.

Mesela iki kanatlı kuş gibi, insan sağ kanadıyla uçar ki, Kiramen Kâtibin meleklerinden biri bu omuzdadır. Faziletleri, sevapları, taat ve zikirleri kaydeder. Ya da sol kanatla yola çıkar ki, Kiramen Kâtibin’den diğeri de bu omuzdadır. Bu da haramları, isyanları, gafletle geçen anları kaydeder. Allahu Azimüşşan’ın kudretiyle zerre kadar hayrı bırakmayıp yazdığı gibi, zerre kadar şerri de bırakmayıp kaydeden meleklerin huzurundayız.

İşte gerçek zikrin manası, ortada bulunan insanoğlunun kalbinin arınarak, ilâhî bir idrake sahip olması, bu iki kanatla ahiret alemine uçarken devamlı hayır üzerinde bulunmasıdır. Allah’ı birleyen, zikreden yolcunun kötülükle karşılaştığı zaman Allah’ı hatırlamasıdır.

Nuranî dairenin ikazları ve çıngırakları çalmalıdır ki, mümin günaha girip pişman olacağına, fazilete girip sevinçle kalbini müreffeh etsin. Günahına tevbekâr olanın hali elbette güzel bir haldir. Ama günaha girmemek fazilet bakımından ve Allah’a yaklaşmada daha güzeldir. Bu bakımdan günahlı bir işi terk etmeli, emr-i ilâhiye’yi yapmalıdır ki, asıl zikir ve dervişlik bununla anlaşılmış olsun.

Cabir b. Abdullah R.A.’ın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Fahr-i Kainat A.S. Efendimiz buyurdu ki: “Her kim başka bir şey karıştırmadan lâ ilâhe illallah ile gelirse, ona cennet vacip olur.” Bunun üzerine Hz. Ali K.V. ayağa kalkıp, “Ya Rasulallah. Bu ‘bir şey karıştırmak’tan muradınız nedir?” diye sordu. Efendimiz A.S. şöyle buyurdu: “Dünyayı isteyerek ve ona tabi olarak muhabbet etmek, bir şey karıştırmaktır.“

Bir takım insanlar vardır, ilâhî ahkâmı söyler ama ameli yanlıştır. Zikirden maksat çokluk değil, saflıktır. Yani azamet-i ilâhiyeyi idrak etmektir.

sayfa başı

 

ANKARA OVASI'NA BAKARKEN
Ahmet Hamdi Tanpınar
( 1901 - 1962 )

Edebiyatımızın seçkin kalemlerinden biri olan Tanpınar, edebiyat tarihimizle ilgili araştırmalarının yanı sıra, deneme yazıları, hikaye ve romanlarıyla tanınır. Eserlerinde İslâm medeniyetinin özelliklerine ve Batı medeniyeti karşısındaki kıymetine vurgu yapar. Okuyacağınız yazıyı onun Beş Şehir adlı kitabından seçtik.

Ankara, uzun tarihinin şaşırtıcı terkipleriyle doludur. Asırlar içinde uğradığı istilâlar, üst üste yangınlar ve yağmalar şehirde geçmiş

zamanların pek az eserini bırakmıştır. Acayip bir karışıklık içinde bu tarih daima insanın gözü önündedir.

Türk kültürünün kendinden evvel gelmiş medeniyetlerden kalan şeylerle bu kadar canlı surette rastgele karıştığı, haşır-neşir olduğu pek az yer vardır. Kalede ve onun eteğine serpilmiş mahallelerde Türk velileri Roma ve Bizans taşlarıyla sarmaş dolaş yatarlar. Dedelerimizin mezarlarından çıkan yeşillikler, hangi itikatların etrafında yontuldukları belli olmayan çok eski taşları kendi rahmaniyetleri ile yumuşatırlar; burada kerpiç bir duvardan İyonya tarzında bir sütun başlığı veya arkitrav fırlar, ötede bir türbe merdiveninin basamağında bir Roma konsülünün şehre gelişini kutlayan kadim bir taş görünür, daha öte de bir çeşme yalağında eski bir lahdin bakantaları gülümser.

Ahî Şerafeddin’in türbesini asırlarca Greko-Romen arslanlar bir nöbetçi sadakatiyle beklerler ve bu yüzden Arslanhane adını alan camiin hakikaten eşsiz mihrabında, Etiler’in toprak ve bereket ilâhesinden başka bir şey olmayan bir yılan, son derece kuvvetli plâstikliğiyle meyvalar arasında dolaşır ve camiin o kadar şaşırtıcı bir safiyetle boyanmış ağaçtan sütunları Bizans ve Roma başlıklarını taşır. Hisar’da, mihrabı Türk tahta işçiliğinin harikalarından biri olan Alâeddin Camii’nin sekisi, asırlardan beri bir şahin gibi süzdüğü ovaya, terkibi baştan aşağı tesadüfi olan bir sütun dizisinin arasından bakar; şüphesiz bu sütunlar orada bu camiden çok daha evvel mevcuttular.

Bu terkiplerin en manalısı İmparator Augustus’un şerefine toprağa dikilmiş mermer bir kaside olan Roma mabedinin kalıntılarıyla, yanı başındaki Hacı Bayram-ı Velî Camii’nin beraberce teşkil ettiği zıtlar mecmuasıdır. Bitmiş veya tam diyebileceğimiz hiçbir eser bu toprağın macerasını bu kadar güzel hulâsa edemez. Hacı Bayram’ı, Roma kartalının bu mermer yuvasında çilehanesini seçmeye götüren gizli tesadüf nedir? Camiinin altındaki dar çile odasında geçirdiği ibadet ve murakabe saatlerinde, yanı başında güneş vurdukça yaldızlı akislerle pırıldayan ve üstüne diz çöktüğü toprakta bir nevi iğvâ gibi gizlenmiş duran bu taştan dünya, kendisininkinden büsbütün ayrı zaferleri terennüm eden bu iyi yontulmuş mermerler, o sert ve kibirli Roma hemşehrisi çehreleri acaba onu rahatsız etmiyor muydu? Bu velinin rahmanî rüyasına komşularının mağrur sükûtundan sızan düşünce ve duyguları bilsek, ne kadar iyi olacaktı.

Roma, şan ve şevketinin içinde maddî hazlarla sarhoş, fütuhatlarını yaptı, müesseselerini kurdu, kanunlarını düzeltti. Kale köprü, yol, su kemeri, mabet, hamam, hipodrom, heykel ve bin türlü abideyle, yaşadığı zamanı, muharip alnını süsleyen çelenklerle beraber taşa-toprağa tespit etti. Aradan asırlar geçti. Bu mağrur muharip, yorulan sinirlerini kanlı ve şehvetli oyunlarla uyuşturmaya çalışırken, cihangir haritası, acemi avcı elinde kalmış bir kaplan postu gibi parçalanıp yırtıldı. Ankara şehri, imparatorluğun arazisinin yarısından fazlasıyla beraber büsbütün başka bir milletin eline geçti. Kadim medeniyetin eserleriyle örtülü toprakta yeni bir nizam çiçek açtı, küçük, mütevazı mabetlerde başka bir Allah’a ibadet edilmeye, Ankara kalesinin üstünde, başka türlü hasretlerin türküleri söylenmeye başlandı. Ve günün birinde bu toprağın yeni sahipleri içinden yetişen saf yürekli bir köylü çocuğu, Roma’nın zafer mabedi ve biraz sonra da Bizans bazilikası olan bu abidenin yanı başına muhacir bir kuş gibi yerleşti. Ve insanlara kadim imparatorluğun ayakta durmasını sağlayan hakikatlerinden çok başka bir hakikatin sırrını açtı. Bu, ledünnî hazların, ahiret saadetlerinin, kendisini sevgide tamamlayan ruhun, bir nur tufanı gibi iştiyakın, kendi derinliklerinde Allah’ı bulan bir murakabenin hakikati idi. Hacı Bayram, eriştiği bu hakikatin şevkiyle:

Bilmek istersen seni
Can içre ara canı,
Geç canından bul anı
Sen seni bil sen seni!

diye haykırır.

Fakat Hacı Bayram, sade “Hakla Hak” olan bir veli değildir. Türk cemiyetinin bünyesinde gerçekten yapıcı bir rol de oynar. Kurduğu Bayramiye Tarikatı esnaf ve çiftçinin tarikatıdır. Böylece Anadolu’da Horasanlı Baba İlyas’la başlayan geniş köylü hareketiyle Ahîlik teşkilatı onun etrafında birleşir. Daha sağlığında hareket o kadar genişler ki, İkinci Murad yanı başında gelişen bu manevi saltanattan ürkerek Şeyh’i Ankara’dan Edirne’ye getirtir. Ve ancak niyetlerinden iyiden iyiye emin olduktan sonra onu geriye göndermeye razı olur. Hakikatte bu telaşa hiç lüzum yoktu. Hacı Bayram, imparatorluğun iç nizamını yapıyordu.

Çok defa Ankara ovasına bakarken Hacı Bayram’ın ömrünün sonuna kadar müridleriyle ekip biçtiği tarlaları düşünürüm. Acaba hangi tarafa düşüyordu? Belki de kendi yattığı camiin bulunduğu yerlere yakındı. Bütün ova onun zamanında imece ile işleniyordu.

An’ane, Hacı Bayram’la İstanbul fethinin manevi ve nuranî yüzü olan Akşemseddin’i bu ovada karşılaştırır. Akşemseddin o zamanlar devrinin ilmini ilâhiyattan tıbba, nahivden musikîye kadar öğrenmiş, fakat bir türlü ruhundaki susuzluğu gideremediği için yüzünü tasavvufa çevirmiş, kendisine mürşid arayan genç bir alimdi. Nihayet dayanamayıp Şeyh Zeyneddin-i Hafî’nin yanına gitmek için Osmancık medresesindeki müderrisliğini bırakıp yola çıkar. Fakat Halep’te bir gece rüyasında bir ucu boynuna geçmiş bir zincirin öbür ucunu Hacı Bayram’ın elinde tuttuğunu görür ve nasibinin Hacı Bayram’dan olduğunu anlar; yoldan döner.

Ankara’ya geldiği zaman Hacı Bayram’ı müridleriyle ovada mahsul toplarken görür. Yanına yaklaşır; fakat iltifat görmez. Aldırmayarak işe girişir; yemek zamanına kadar şeyhin müridleriyle beraber çalışır. Yemek vakti olur. Hacı Bayram kendi eliyle aş dağıtır. Fakat Akşemseddin’in çanağına ne burçak çorbası, ne yoğurt koyar; artan aşı da köpeklerin önüne döker. Akşemseddin darılıp gideceği yerde şeyhin kapısının köpekleriyle ve onların çanağından karnını doyurur. Bu alçak gönüllülük, bu teslim üzerine Hacı Bayram onu yanına çağırır, müritliğe kabul eder. Ölünce de kendisine halef olur. (...)

Fatih’e İstanbul’un fethinde o kadar yardım ettikten sonra çekilip köyüne gidecek kadar vekar ve haysiyet sahibi olan, mektuplarında ona sahip olduğu manevi rütbeden bir akran gibi hitab eden, nasihatler veren, “eğer padişaha huzur-ı surîmiz matlub ise biz anda varırız veya padişahla diyar-ı Arab’ı beraberce feth ederüz.” diye ufuk gösteren Akşemseddin’in, şeyhinin köpekleriyle bir sofraya oturması ancak XV. asır Türkiye’sinde görülür.

Hacı Bayram’ın kâinatı ve insanı beraberce oluş halinde gösteren bir manzumesi vardır ki, bilhassa bir beyti bu XV. asır Türkiye’sinin adeta manzarasını çizer:

Nâgehan ol şara vardım, ol şarı yapılır gördüm,
Ben dahi bile yapıldım, taş ve toprak arasında...

Nâgehan: Ansızın, birdenbire
Şar: Şehir, belde

sayfa başı

 

TESTİYİ KIRDIK BİZ
Alişan Genç

Bizim bir medeniyetimiz vardı. Okyanusa akan büyük ırmaklar gibi coşkun bir medeniyetti bizimki. Hayatın merkezinde insan, insanın merkezinde kalp vardı. İnsanın varoluş gayesine birlikte bir yürüyüştü bizimki. Derya içreydik ve deryadan haberdardık. Atımızı derya üzre sonsuzluğa koşturuyorduk. Cebel-i  Tarık’ta, Boğaziçi’nde deryanın üstüne sürüyorduk atımızı. Selahaddin-i Eyyübî idik, Tarık bin Ziyad’dık, Fatih Sultan Muhammed Han’dık.

Billur bir kâsede bir bardak suydu bizim için hayat. Kitabımız, kitabelerimiz vardı. Bizim şehirlerimiz vardı, şehir merkezlerimiz vardı. İçinde benliğimizi kaybettiğimiz, eriyik haline geldiğimiz görkemli mabetlerimiz vardı. Celî, sülüs, divanî çeşmelerimiz vardı. “Su yerine süs akardı” çeşmelerimizden. Bizim bir medeniyetimiz vardı. Kazmayı dağa vururduk ama dağın kalbini incitmezdik. Bir “su kasidemiz” vardı bizim. “Su vakfiyelerimiz” vardı. Suyu, Allah’ın mülkü bilir, suyla arınırdık.


Çeşmenin başında biz vardık. Hancı da bizdik, yolcu da biz. “Eyyüp gibi ağlar, sular gibi çağlardık”. ‘Selsebil’ bizimdi. ‘Sebil’ bizim, ‘hayrat’ bizimdi. Gelen geçen yolcuya kimliğini, aidiyetini, memleketini, nesebini sormadan su ikram ediyorduk. “Su gibi aziz ol” duasından öte muradımız, beklentimiz yoktu. Su gibi azizdik. Şehirlerimizin kalbi camilerdi. Şadırvanda yunup yıkanarak şehrin, yani hayatın kalbine giriyorduk.

Heyhat, şimdi şehirlerimizin merkezi değişti, dolayısıyla mihrak noktamız değişti. Görkemli kuleler, yüksek binalar zapt eyledi kalplerimizi. “Ol mahiler gibi derya içre deryadan habersiz” kaldık. Bu kuraklıkta artık şair “he’nin iki gözü iki çeşme” demeyecek, muganni ayrılığını “işte gidiyorum çeşm-i siyahım” diye terennüm etmeyecek. Gözsüz, gözeneksiz kaldık. Çeşme, “göz”dü. Gözümüze göz değdi. Medeniyetimizi, estetiğimizi, mihrak noktamızı terk ettik. Biz, kelimelerimizi de, cümlemizi de kaybettik. 

Tokat bizim, Bolvadin bizim, Üsküdar bizim, Sivas bizim olmasına bizim, ama Gök Medrese’den haberdar değiliz. Gök Medrese için yolumuzu bir defacık değiştirmiyoruz. Kazara duymuş, fotoğrafını görmüşsek, bin yılın en güzel çeşmesinin orada, muhteşem Selçuklu abidesinin dizinin dibinde olduğundan, medeniyetimizin bin yıl o çeşmenin lülelerinden bu toprağın insanını emzirdiğinden haberdar değiliz. Kendimizden bîhaberiz. “Çeşme-i ab-ı zülâl”den, “çeşme-i kevser”den, “çeşme-i dilkûşâ”dan haberdar değiliz. Neyi yitirdiğimizden de haberdar değiliz. Nasıl da kıymış, “nuriayn çeşmesi”ni ellerimizle yıkmışız da, bir daha onarmamışız. Bir daha insanlığa bir bardak su sunmamışız. Nasıl da vakıf malını talan etmişiz!..      

Kurtuba’ya, Kahire’ye, Merakeş’e, Tunus’a, Cezayir’e, yani elimizden gidenlere çok ağıt yaktık. Her fırsatta ortak bir tarihten, ortak bir kültürden söz ediyoruz, ama biz Sultanahmet Çeşmesi’nden bile haberdar değiliz. Kurtuba’da, Merakeş’te, Kahire’de, Tunus’ta, Cezayir’de çeşmelerimiz kaldı. Ama artık oralarda neler bıraktığımıza da bakmıyoruz. Bakmıyoruz, çünkü Mihrimah Hatun Çeşmesi, Bezmialem Valide Sultan Çeşmesi, Selim-i Sani Çeşmesi, Sultanahmet Çeşmesi’nin su yerine süs akan lülelerine bir defacık olsun eğilmemişiz. Sultanahmet bizim için bir tramvay durağı, Üsküdar bir iskele.

İnanın, bize çeşme armağan edilirdi bir zamanlar. Şimdi kimsenin aklına gelmez. Bilirlerdi ki, biz bir su medeniyetinin çocuklarıyız. Bilirlerdi ki, kalplerimiz ab-ı zülâl ile kabarır. Alman Çeşmesi öyle bir armağandı. Bizi döne döne medeniyetimizin köklerine çağıran Sezai Karakoç’un “Sultanahmet Çeşmesi” şiirini hatırlıyorsunuz değil mi:

“Su yerin süs akıyor / Deliklerinden / Eğilmiş ölümsüz ince bilekli / Cariyeler bakıyor / Derinlerden geliyor sesleri / Önünde dokuz minare / Aynalar kadar aydınlık yüreği. / Kilise öte yanında yara bere/ İçinde kendini sessiz bir oluşa bırakıyor / Değiştiriyor deri / Tramvayın köşeleri sarıdır / Ortasında oturmuş mesut bir sağır / Bütün gün türkü çağırır / Erir çeşmenin iki göz bebeği / Ben o kanlı kızgın / Gözyaşlarıyım çeşmenin.”

Fatih, İstanbul’u fethettiğinde tam kırk çeşme yaptırmış. Kırk çeşme dörtyüzseksendokuz yıl hizmet verdikten sonra, bindokuzyüzkırkikide yıktırılmış. Yeniden yapılacağı söylenmiş, ama geçen altmış yılda yenisi yapılmamış. Biz iddiamızdan vaz geçmişiz. Bahçelerimizi gülden, laleden, süs çeşmelerinden  mahrum bırakmışız. Bir hayat biçiminden vaz geçmişiz. Mahallelerimizi mahalle çeşmesinden, üçüz çeşmelerden, çatal çeşmelerden temizlemişiz. Sebil yok hayatımızda, selsebil yok, hayrat yok. Adalet üretmiyor; güvenlik istiyor, sosyal güvenlik talep ediyoruz.

Bizim bir medeniyetimiz vardı. Bir geleneğimiz. Çeşme vakfederdik biz. Çeşme. Yani göz.  İki gözümüz iki çeşme değilken yani. “He”den ayrılmamışken biz. Gedik çeşmelerimiz vardı, sokak çeşmelerimiz, meydan çeşmelerimiz vardı, hayrat çeşmelerimiz vardı,  şadırvan çeşmelerimiz, saka çeşmelerimiz, sebil çeşmelerimiz vardı. 

Bir biz vardık. Biz bir zamanlar sakaydık. Çeşme-i ab-ı zülâl denirdi çeşmelerimize. Koca Kanunî, şehrin su ihtiyacını karşılamak üzere su yolunun yapımını emrettiğinde, zayıfların, yaşlı, hasta ve çocukların testilerini kolayca doldurabilmelerinin teminine dikkat çekmiş ve onlardan dua etmelerini istemişti. Ve Fatih kırk çeşme yaptırmıştı. 1942’ye kadar ayakta duracak ve 1942’de yıktırılacak kırk vakıf çeşme. Ve III. Gıyaseddin Keyhüsrev 127!’de Gökmedrese’yi ve Gökmedrese’nin dizinin dibindeki o muhteşem çeşmeyi yaptırmıştı.

Biz testiyi kırdık.
Zemzem dolusu testiyi kırdık biz.
Su haznelerini kapattık çıfıt çarşısından aldığımız çaputla.
Suya giderken susuz kaldık. 
Şehirlerimiz satılsa, Tophane Meydan Çeşmesi kadar kıymeti harbiyesi yok...

sayfa başı

 

İnsanı Özüne Çağıran Şehir: KASTAMONU
Kemal Reisoğlu

Kastamonu’ya ikinci gelişim. Bu kez, asıl Kastamonu’yu ilk gelişimde hiç görmediğimi anlıyorum. Sadece caddeleriyle, kahverengi üzerine beyaz harflerle türbeleri ve camileri gösteren levhalarıyla, mis gibi kır pidesi satan dükkanlarıyla tanışmak, Kastamonu’yu görmek sayılmamalı. Bu sefer amacım bu şehrin misafiri olmak, ilk bakışta kendini ele vermeyen asıl çehresiyle tanışmak.

Beni bu şehre çeken, bu memleketin her yöresini birbirine bağlayan manevi yolların uzandığı başka bir menzili ziyaret isteği. Çünkü Kastamonu, yeryüzünde işgal ettiği yeri merak

edenlere değil, öteliğin hasretini duyanlara “hoşgeldiniz” diyen bir şehir.

Bazen karşılaştığımız insanları nereden tanıdığımızı bulmaya çalışırız. Bu, insanın kendi geçmişini, hafızasının karanlık dehlizlerde unutulmuş anları hatırlamaya benzemez.  Çünkü gördüğümüz her insanı bize bağlayan aşikâr bir işaret yoktur. Ama karşılaştığımız mekânlar, şehirler bizatihi böyle nişanelerdir. İlk defa da görsek, hayatımız orada geçmemiş de olsa, şehirler kolay kolay unutulmaz. Kastamonu işte böyle bir şehir.

SİLİNEMEYEN İZLER

Yeni devirde yok olmuş, yok edilmiş pek çok Selçuklu ve Osmanlı şehri gibi, Kastamonu da bu gafleti yırtıp geçen kesif bir mazi havası yayar etrafa. Bugün etrafını saran zümrüt yeşili dağlar, çevre şehirlerle olan ilişkisinin azlığı, hatta Osmanlı zamanında elde ettiği önemli rol bile neredeyse onun unutulmuşluğunun sebepleri sayılabilir. Bir zamanlar bu şehrin ismini tesadüfen duymazmış insanlar. Osmanlı sultanlarının süt anneleri bile bu şehirden gidermiş. Karadeniz kıyısındaki İnebolu, İstanbul ile en çok irtibatı olan limanlar arasındaymış. O yüzden İnebolu’dan gelenlere bir imtiyaz tanınmış: İstanbul’a sorgusuz-sualsiz giriş müsaadesi.

Zaman, şehirlerin üstünü bir kefen gibi saran, bazen de onlara ince bir cazibe cilası katan bir şey. Kastamonu’da zaman, parlaklığını kaybetmiş ama asaletini, aslını isbat eden bir varlık olarak karşımıza çıkar.

Adım başı gönül ehlini selamlayan türbeleri, evliya makamları ile şehrin kendisi bu cilayla boyanmış gibidir. Şehrin ortasından yükselen eski kale bile hak ettiği azameti bu yüzden arz eyleyemez. Kaleye tırmanıp eski şehre baktığınızda, geniş bir yeşil örtüyle örtülmüş sinide iştahınızı açan bir ziyafet tabağı gibi görünür. Şehri boyayan yeşil renk, sadece ağaçlardan ve ormanlardan değil, sanki bilinen ya da bilinmeyen binlerce Allah dostunun gaip sandukalarını saran yeşil örtülerden geliyor belki.

Kastamonu’nun ortasından bir dere geçiyor. Ortasından dere geçen başka tarihî şehirleri hatırlıyorum hemen. Amasya da bende Kastamonu’ya benzer hisler uyandırmıştı. Orada kral mezarlarının tepeden baktığı, erişilmez gözüken tepelerin baskısını, Yeşilırmak hemen yanıbaşındaki Sultan Bayezid camiine yaslanarak savuşturur. Burada ise, şehri uzunlamasına ikiye bölen bir hat değildir dere yatağı. Cami ve türbelere giden yolları işaret eden en büyük tabeladır.

Kaleden seyredilen eski Kastamonu, harabata dönüşmekte olan konakları, evleri, camileri, fırınları, dükkanları, arnavut kaldırımlı sokakları ve hatta hepsi birbirine benzeyen geniş alınlı, kartal burunlu insanlarıyla artık sadece turistler için varlıklarını devam ettirdiği zehabı verir. Bir zamanlar kafesli pencereler arkasından bakan hanımların yol gözlediği, mahalle camiine namaz için vaktinden evvel yola revan olan adamların geçtiği sokaklar kadar, tarih de bizim haricimizdeki meraklı gözler için anlamlı bugün.

Nitekim Kastamonu’da karşılaştığımız ve uzun zamandır orada yaşayan bir dost, bu şehrin eşsiz ve sonsuz tarihi damarlarını, dışarıdan gelen bir turistin eski evlerin, kalenin, sokakların fotoğraflarını çektiğini görünce merak etmeye başladığını söylemişti bize. Şimdi aynı dost vakıf eserleri konusunda o kadar dikkatli ki, arkadaşlarına satın alacakları emlâkın en az 50 yıl geriye giderek tapu kaydına bakmadan alış-veriş yapmamalarını öğütlüyor. Bir zamanlar bütün Osmanlı ülkesinin üçte bir toprağını teşkil eden vakıf eserleri yağmasına, geç ama çok duyarlı bir tepki bu.

Bir Mana Yıldızı: ŞABAN-I VELİ

Kale, etrafını saran evliya makamları ve minareler arasında sanki başka bir evliya konağı olduğunu gösteren bir mezar taşı gibi kalır. Bu şehrin manevi sahibi olan Şaban-ı Veli Hazretleri’nin şadırvanından abdest alanlar için de, Nasrullah Camii’nin yanındaki simitçiden gevrek simit isteyenlere kadar, bu böyledir.

Nasrullah Camii, bu şehrin ulu camii. Mehmed Akif, meşhur vaazlarından birini bu camide vermiş. Caminin heybeti bir yana, üstü kapalı çifte şadırvanın kaynak su ile beslenen serinliği, sadece caminin etrafına değil, sanki bütün şehre susuzluğu yasaklıyor hemen yanıbaşındaki kuru dere yatağına inat. Bu şadırvandan su içenin yedi kere Kastamonu’ya geleceği söyleniyor. Suyun hikmetinden midir, yoksa böyle bir şadırvan, cami ve meydan manzarasının insanı seyahate mecbur eden bir tutku doğurmasından mıdır, bilinmez.

Kaleyi gezerken, bir zamanlar bütün dünyada her şehrin etrafını saran bu yapıların nasıl olup da, yapıldıkları gaye, yani savunma ile hiçbir ilişkisi kalmadığını düşündüm. Evet, ayakta kalsalar da, yapıların, binaların da sonu var. Ama bir dosta söylediğim gibi, insan insan doğurur; taş taş doğurmaz. Medeniyetlerin devamını merak edenler için o yüzden taş değil, insan yontmak gerek. Vakıf, dernek, dergi kurarken önce bina kuran, tabela asan bizler, cedlerimizin insan inşa anlayışına ne kadar uzağız. Maddiyata karşı durmak için yapılan bütün bu teşebbüsler, ne yazık ki insan bulup ihya etmeden önce, mekân bulup onları gösterişli kılmakla başlıyor. Düşünmüyoruz: Bu arada o maddiyata bizler de kurban gitmiyor muyuz?

İstanbul’u sadece asfalt yollardan değil, mana yolundan ziyarete niyetlenen kişi, Hazret-i Ebu Eyyub Sultan merkadinden şehre girer. Kastamonu’nun kapısı da Şaban-ı Veli türbesi. Küçük bir dergâh, cami, hücreler, şadırvanlar, ağaçlar ve su... Bugün insanların ziyaret için geldikleri Halvetî şeyhi Şaban-ı Veli, kaybettiğimiz medeniyet sahasının ölçülerini gösteren bir hayat sürmüş. Kastamonu’da doğmuş, ilim tahsil etmiş. Sonra İstanbul’a gitmiş. Aradığı mürşidi orada bulamamış. Tekrar memleketine dönmeye karar vermiş. Yolda Bolu’da irşad postunda oturan Hayreddin-i Tokadî’yi ziyaret etmiş ve ona bende olmuş.

Halvetiyye tarikatında kendi adıyla anılan bir kolun, yani Şabaniyye’nin piri olan Şaban Dede’nin irşadı o kadar büyükmüş ki, Osmanlı ülkesinin her yanına üçyüzaltmış halife gönderdiği rivayet edilir. Oysa halk içine pek çıkmayan, uzlette yaşayan bir dostmuş o. Hatta bir dostu ona yemek götürmeyi unutunca, birkaç gün aç kalmış. Dostu bunu hatırlayıp mahcubiyet içinde geri döndüğünde, Şaban-ı Veli hiç şikayet etmemiş. Bu süre zarfında odasında fare yiyeceklerinin artıklarıyla beslendiğini, onların da hepsini fareler aç kalmasın diye yemediğini anlatmış Allah’a hamdederek.

BİNADAN ÖNCE İNSAN İNŞA ETMEK

Gelenek nedir, onu sadece şu küçük dergâhta görmek bile mümkün. Medeniyet eski temel üzerine yeni bina inşa ederek olduğu kadar, eski insan üzerine yeni insan bina ederek kendini zamanın yıkımına karşı isbat eder. Şaban-ı Veli’nin irşada başladığı bu yerde de evvelden Seyyid Sünnetî Efendi adında başka bir Hak aşığı mesken tutmuş. Şimdi Sünnetî Efendi’nin kabri, şeyhin yaptırdığı caminin kıble tarafında ilk ziyaret yeri olarak kendini gösteriyor. Şehir halkı Şaban-ı Veli’yi öylesine sahiplenmiş ki, düğünlerde ve sünnetlerde bu türbeye akan insan kalabalıklarını her vakit görmek mümkün.

Şaban-ı Veli hazresindeki bir çeşmeden akan su zemzem tadında. Bu, bir çoğu için olağanüstü bir benzerlik olabilir. Ancak Şaban’ın, Hacı Bayram’ın, Yunus’un gönül vatanını bilenler için, Hicaz’daki zemzem kuyusundan Kastamonu’ya, İstanbul’a, Bolu’ya, Bursa’ya, Buhara’ya, Semerkand’a, Endülüs’e ve Fas’a uzanan görünmeyen kanallar olduğu kesin.

Şaban-ı Veli türbesinin yakınlarında Kastamonu’nun geçen asırdaki zirvelerinden biri yatıyor. Allah dostlarından Seyyid Mehmed Feyzi Efendi aslında bu şehir mezarlığının bir köşesinde istirahat ediyor. Mezarlıklar genellikle ölüm kokar. Mehmed Feyzi Efendi’nin lâtif kabri ise, mezarlığın bütün havasını değiştiren bir huzur köşesi. Bu huzur elbette ölmemişlikten, dirilikten kaynaklanıyor. Mezarının yanına konan sekilere oturduğunuzda, onun misafiri imiş gibi, hasbihal edilecek, sohbet edilecek muhatap bulmuş gibi buyur ediliyorsunuz. Kendisi, tek ve capcanlı bir köşe.

DELİ EŞREF DİYE BİR VELİ

Bir şehri sadece alimleri, velileri ve zanaatkârları temsil etmez. Nitekim Kastamonu’da bu zevattan yüzlerce, binlercesinin yanında, bir de şehri meşhur eden deliler var. İsimleri de Kastamonu sokakları kadar sahici ve dikkat çekici: Deli Satiye, Deli Ziya, Mini Gıdısı Kadın, Mohmoh Hüseyin, Mohmoh Hasan, Deli Kâhya ve en meşhurları Deli Eşref.

Bütün bu isimler arasında deli yerine veli denilecek biriymiş Eşref. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bu şehirde sürgündeyken, kendisine yoğurt hediye eden kişiden, yoğurdu Eşref’e vermesini istemiş.  Adamcağız oradan ayrılıp sokakta yürüken karşısına çıkan Deli Eşref, “benim yoğurdumu veriniz” diyerek adamın önüne dikilmiş. Eşref işte böyle bir deliymiş. Tayy-i mekân eylermiş, ibadete çok düşkünmüş, sadaka dağıtır ve haram yiyenden asla para kabul etmezmiş. Çok az konuşurmuş. Evet dilenirmiş ama sadece bir kuruş alır, geri kalanını iade edermiş. Topladığı paraları keselere koyarak fakirlere, hastalara ve gariplere dağıtırmış.

***

Kastamonu’ya yedi hakkımın ikincisini kullanmış olarak veda ediyorum. Ömür nasip ederse diğer seferlere daha şimdiden azimet etmiş olarak. Ömür nasip ederse, çünkü bu dünya seyahatında belki durulacak konakları biliyoruz ama kalınacak konağı bilmek mümkün değil. Aynen o güzelim minaresiyle şehre bakan camiyi yaptıran Candarlı İbrahim Bey gibi. Çünkü cami bahçesinde kendisi için yaptırdığı türbede bugün kendisi yatmıyor. Bir sefer sırasında çok uzaklarda, Bulgaristan’da Filibe’de şehid düşmüş. Son konağı orası o yüzden.

Kastamonu konak olarak da, durak olarak da, hep kendine çağıran bir şehir. Burası, insanı kendi özüne çeken bir yer. O yüzden buraya tekrar gelmek için çok çaba harcamanız gerekmiyor.

sayfa başı

 

UMURU DİN Ü DÜNYA ( Din ve Dünya İşleri )
Murat Hafızoğlu

Osmanlı Devleti’nin uzun tarihinde, devlet ve toplum hayatının aksayan yönlerini tamir anlamında yenilenme/ıslahat hareketlerinin Kanunî, hatta Yavuz dönemine kadar giden bir geçmişi vardır. O tarihlerden Islahat ve Tanzimat fermanlarına, hatta yıkılış dönemine kadar geçen yüzyıllar içinde, “ehl-i vukuf” kimselerce aksaklıkların tespitini ve ortadan kaldırılma yöntemlerini konu alan pek çok lâyiha kaleme alınmıştır.

Bu lâyihalar aynı zamanda yazıldıkları dönemlerin sosyal, siyasal, ekonomik ve dinî yaşantısına da ayna tutar niteliktedir.

16. yüzyıldan itibaren bu lâyihalar “ıslahat risalesi” adıyla daha geniş kapsamlı ve yaygın bir şekilde kaleme alınmaya başlamıştır. Lütfi Paşa’nın “Âsafnâme”si, Nahifî’nin “Nasihatu’l-Vüzerâ”sı, Sarı Mehmed Paşa’nın “Nesâyihu’l-Vüzerâ ve’l-Ümerâ”sı, Sarı Abdullah

Efendi’nin “Nasîhatu’l-Mulûk Tergîben li Hüsni’s-Sülûk”u, Gelibolululu Mustafa Âlî’nin “Nushatu’s-Selâtîn” ve “Mevâidu’n-Nefâis fî Kavâidi’l-Mecâlis”i, Koçi Bey’in ünlü “Risâle”si, Hasan Kâfi Akhisarî’nin “Usûlü’l-Hikem fî Nizâmi’l-Âlem”i, Kâtip Çelebi’nin “Mîzanu’l-Hak fî İhtiyâri’l-Ehak” ve “Düstûru’l-Amel li Islâhi’l-Halel”i bunlara örnek olarak zikredilebilir.

Bütün bu risalelerde, devlet ve toplum hayatında tespit edilen olumsuzlukların ortadan kaldırılması için alınması önerilen tedbirler arasında, “manevi tedbirler” diyebileceğimiz bir dizi hususa da mutlaka değinilmiştir.

Bugün de ülkemizin her alanda yaşamakta olduğu krizin doğurduğu zor şartlar, insanımızı maddî ve manevî plânda bunalımdan bunalıma savuruyor. Çözüm için kafa yoranlar, meselenin sadece ekonomik/maddî yanını dikkate alarak kurtuluş yolları arıyor.

Oysa tarihe şöyle samimi bir nazarla dönüp baksak, Amerika’yı yeniden keşfe çıkma lüksümüzün olmadığı şu günlerde belki önemli ipuçları yakalayacağız. Zira atalarımızın böyle sıkıntılı dönemlerde başvurduğu çareler bizim için de ufuk açıcı, çözüm sağlayıcı unsurlar taşıyor.

Zira bu gibi dönemlerde, maddî/ ekonomik tedbirler mutlaka çok önemli, ancak tek kanatla uçulamayacağı gibi, manevî boyut da bir o kadar önemli.

Bu meyanda, Osmanlı’nın yaşadığı sıkıntıların giderilmesi için önerilen çözüm yolları meyanında Ömer Fâik’in kaleme aldığı “Nizâmu’l-Atîk” adlı risalede bu hususun nasıl çarpıcı tespitlerle dile getirildiğini birlikte görelim:

Ömer Fâik, risalesinin “manevi tedbirler” kısmına, “Devlet-i Aliyye’nin Devlet-i Muhammediyye” ve “III. Selim’in de Emîru’l-Mü’minîn” olduğunu söyleyerek başlar. Daha sonra, bu babda riayet edilmesi gerektiğini söylediği hususları şöyle dile getirir:

“İlm-i din’e rağbet, ıslah-ı aleme sebep olacağından camilerde fıkh-ı şerif okutturulması ve ahalinin dinî yönden aydınlatılması...”

(Dini öğreten ilme rağbet göstermek, alemin ıslahına sebep olacağından, camilerde mübarek Fıkıh ilminin okutulması ve halkın dinî yönden aydınlatılması...)

“Başta İstanbul olmak üzere Rumeli ve Anadolu’da ve Irak ve Suriye vilayetlerinde meşayih tarikinden ve kûşe-i ihtifa olan dervişândan, müessiru’l-enfâs olanların tespitiyle bunların istimdad-ı taleb-i dualarının temin edilmesi...”

(Başta İstanbul olmak üzere Rumeli’de, Anadolu’da, Irak ve Suriye vilayetlerinde tasavvuf şeyhlerinden ve uzlete çekilmiş olan dervişlerden duası tesirli ve müstecab olanların tesbiti ve bu gibi kimselerin dua ile Cenab-ı Hakk’tan yardım istemelerinin sağlanması...)

“Ricâl ve kibâr konaklarında bulunan imamlara, hanenin sair müstahdemi gibi muamele edilmemesi lazım geldiği ve imama ta’zim u hürmet, zatına değil, hâmil olduğu Kur’an-ı Azimüşşân sebebinden olduğu...”

(Toplumun ileri gelenlerinin konaklarında görev yapan imamlara, buraların hizmetini gören diğer görevliler gibi muamele edilmemesi gerektiği, imama zatı sebebiyle değil ezberinde taşıdığı Kur’an-ı Azimüşşan sebebiyle hürmet gösterilmesi icab ettiği...)

“Fakirlere, düşkün ihtiyarlara ve muhtaç yetimlere gizlice yardım yapılması, borç sebebiyle hapishanelere düşmüş bulunanların borçlarının ödenerek azad edilmeleri ve böylece hayır dualarının alınmasına çalışılması...”

“Ulema-i zahiriyye ve talebe-i ilmin korunması, sayılarının artırılmasına çalışılması ve ilim tahsilinin teşvik edilmesi...”

(Zahirî ilimlerde söz sahibi olan alimlerin ve ilim öğrenen talebelerin korunması, sayılarının artırılmasına çalışılması ve ilim öğrenilmesinin teşvik edilmesi...)

Ömer Fâik’in risalesinden kısaltarak aldığımız yukarıdaki pasajlar, Müslümanın hayatı okuma biçimini çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.

“Islahat risaleleri”nde manevi boyut cümlesinden olarak adalet tevzii, rüşvet ve iltimas türü toplumsal rahatsızlıkların ortadan kaldırılması... gibi hususların, “manevi tedbirler” meyanında değil de, “maddi tedbirler” meyanında zikredilmiş olduğuna dikkat edilmelidir.

Burada sözkonusu olan, İslam’ı dünyevîleşmiş bilinç yapısı ve düşünme biçimi ile algalama hastalığına tutulmuş bulunanların hiçbir zaman anlayamayacağı bir boyuttur.

Burada hayatın, bu zevatın anlayışından çok farklı bir “dengeler sistemi” üzerinde kurulu bulunduğunun idraki vardır. Hayatından “yağmur duası” olgusunu kovmuş bulunan bir anlayışın, yağmur duasına çıkılırken niçin özellikle yaşlıların, çocukların ve hayvanların da götürülmesine dikkat edildiğinin, niçin eski elbiselerin giyilmesinin tavsiye edildiğinin ve duayı yapanın niçin cübbesinin içini dışına giydiğinin idrakine ermesini beklemek beyhudedir...

sayfa başı

 

AMERİKA'DAN TAŞAN ŞİDDET
Halil Akgün

Washington’da yaşayan yazarımız Halil Akgün, geçen ayki saldırıların hemen akabinde, olayın yankılarını ve düşündürdüklerini aktarıyor...

11 Eylül sabahı Amerika’nın ticari ve askeri merkezlerine yapılan saldırının boyutları henüz yeni yeni ortaya çıkmaya başladı. Amerika’nın, belki de modern dünya tarihinin bir dönüm noktası olan bu hadise, zihinlerimizi çok uzun bir süre meşgul edecek. Fakat bu hadisenin sadece zihin düzeyinde kalmayacağı, dünyanın pek çok yerindeki insanın hayatını doğrudan

etkileyeceği aşikâr. Hem Amerikan toplumu hem de İslâm dünyası açısından milat düzeyindeki bu hadisenin muhtemel sonuçları üzerinde dikkatle durmak gerekiyor.

Somut gerçeklerle başlayalım: Bu saldırı, dünya terör tarihinin en büyük eylemi. Amerikan topraklarında ilk defa böyle bir hadise yaşanıyor. Trajedinin boyutları henüz yeni yeni ortaya çıkmaya başladı. Ölü sayısı binlerle ifade ediliyor. Maddi zarar, dünyadaki pek çok ülkenin bütçesinden daha büyük. Dünyanın en güçlü ve zengin ülkesi Amerika’nın bir saldırı ile bu noktaya gelmiş olması herkesi düşündürüyor. Amerikan tarihinde ilk defa hayat iki gün boyunca tamamen durdu: telefon hatları kilitlendi, hava trafiği durduruldu, borsa ve iş dünyası kapandı, ülkenin başkanı dört ayrı eyalete götürülerek koruma altına alındı. Amerikan istihbarat birimlerinin, böyle bir saldırının plânlandığından dahi haberdar olmadığı belirtiliyor.

Özellikle New York ve Washington’da büyük bir trajedi yaşanıyor. Binlerce masum insanın hunharca ölümüne yol açan bu hadisenin gayri insanî yönünü ifade etmek neredeyse imkansız. Her ne adına olursa olsun, masum insanların canına katletmek İslâm’ın ve insanlığın kabullenebileceği bir şey değil. Unutmamak gerekir ki Dünya Ticaret Merkezi’nde pek çok müslüman çalışıyor ve hayatını kaybedenler arasında her din ve milliyetten insan var. Bu masum insanların yaşadığı trajedi hepimizin ortak acısıdır.

ŞİDDET KÜLTÜRÜ

Olaya hangi açıdan bakarsak bakalım, üzerinde ısrarla durmamız gereken bir konu var: şiddet kültürü. Modern hayatın her alanını tanımlayan şiddetin boyutları, aslında düşündüğümüzden daha derin ve kapsamlı. Şiddet ile genellikle fizikî saldırı, silahlı eylem ve benzeri hareketleri anlıyoruz. Oysa şiddetin çok çeşitli biçimleri var. Modern ve müreffeh bir dünya kurmak adına tabiata karşı giriştiğimiz sistematik şiddet eylemi, bugün yeryüzündeki varlığımızı tehdit eder noktaya geldi. Kapitalizmin doyumsuz kazanç hırsından kaynaklanan şiddet güdüsü, dünyada mutlu bir azınlığın refahını temin ederken, insanlığın önemli bir kısmının fakirlik sınırında yaşamasına neden oluyor. Bir takım ideolojik sloganlar adına insanlara yönelik baskı politikaları devlet eliyle meşrulaştırılıyor. Hollywood merkezli eğlence kültürünün ürettiği sapık tipler ve senaryolar, şiddeti estetize ediyor ve bunun neticesinde insanlar şiddeti, kanı, vahşeti kanıksar hale geliyorlar. Zengin fakir ayrımı yapmadan dünyadaki bütün ülkeler, bütçelerinin önemli bir kısmını silah sanayine ayırıyorlar. Japonya’da İkinci Dünya Savaşı’nda gördüğümüz gibi, onbinlerce insanın hayatı bir duğmeye basmak suretiyle söndürebiliyor.

Bütün bunları alt alta koyduğumuzda, modern yaşama biçiminin özünde şiddete dayalı olduğunu görüyoruz. Modern yaşam biçiminin ürettiği bu kültürü anlamadan, bu tür saldırıların iç mantığını kavramak mümkün değil. Bu yüzden Amerika’daki pek çok yorumcu, yaşanan bu trajedide Amerika’nın da payının olduğunu söylemekten çekinmiyorlar. Amerika dünyanın en büyük silah ihracatcısı olmaya devam ettiği müddetçe, bu tür saldırılara hedef olmaktan kurtulamayacak. Bu, yapılan saldırının hunhar yüzünü hiç bir şekilde meşrulaştırmaz. Fakat bu ölçekte bir hadiseyi, gözü dönmüs bir kaç teröristin hareketi olarak tanımlamak büyük hata olur. Sadece Amerika değil, şiddetin yerel ve uluslararası her tür biçiminden acı çekmiş toplumların, şiddet kültürünün ürperti verici boyutları üzerinde düşünmesi gerekiyor.

İSLAM DÜNYASI YİNE HEDEF Mİ GÖSTERİLECEK?

Bu terör saldırısına İslâm’ın ve müslümanların adının bir şekilde dahil edilmiş olması, yaraya tuz basmak gibi bir şey. Bunun, özellikle Amerika’da yaşayan müslümanları çok zor bir duruma soktuğunu hemen ifade etmek lazım. Olayın olduğu günden bu yana, müslümanlara yönelik ırkçı sataşmalar ve saldırılar oldu. Şu anda bunların artmasından korkuluyor. Bazı camiler ve İslâmî merkezler kapılarını belli bir süre kapatmak zorunda kaldılar. Aynı şekilde muhacibe bayanlar, sokağa çıkma konusunda oldukça ihtiyatlı davranmaya mecbur edildiler. İslâm’ın ve müslümanların bu şekilde töhmet altında tutulması, başlı başına bir üzüntü kaynağı.

Bu durumun doğmasında Amerika’daki yaygın ön yargıların olduğu kadar, medyanın da payı var. Daha ilk gün, TV ekranlarında olayın “müslüman kökenli” teröristler tarafından yapıldığına dair yargısız hükümler verildi. Ertesi gün, medyadaki yorumcu ve spikerlerin sarfettigi cümlelerin aynısını devlet yetkililerinin ağzından duyduk. Ardından camilere ve müslümanlara yönelik tehdit telefonlarının geldiği, nefret ifadeleriyle dolu elektronik posta mesajlarının gönderildiği, bazı şehirlerde fiziki saldırıların olduğu haberleri geldi. “Uluslararası terörizm uzmanı” kimliğiyle TV ekranlarına çıkartılan bazı kişiler bu olayın İslâm dünyasındaki şiddet eğiliminin bir yansıması olduğunu, bunun medeni dünya ile vahşi dünya arasında yaşanan bir savaş olduğunu iddia eden ve ırkçılığa varan yorumlar yaptılar.

Fakat bir tarafta bunlar olurken, öte tarafta umut verici gelişmeler de yaşandı. Amerikan başkanı Bush başta olmak üzere pek çok üst düzey yetkili, İslâm’ın bir barış dini olduğunu, Amerika’da ve İslâm dünyasında yaşayan müslümanların bu saldırıyla hiç bir ilişkisinin olmadığını net bir şekilde ifade ettiler. Aynı şekilde, pek çok ulusal TV kanalında Amerika’da yaşayan yaklaşık 7 milyonluk müslüman nüfus ile bu olay arasında hiç bir bağlantının kurulmaması gerektiği yolunda açıklamalar yapıldı. Bunlar, İslâm’ın Amerika’daki algılanış tarzı açısından son derece önemli gelişmeler. Her halükârda Amerika’da yaşayan müslümanlar önemli bir imtihandan geçiyorlar. Şu ana kadar gerek yaptıkları açıklamalar, gerek gösterdikleri tavırlar, gerekse de düzenledikleri yardım kampanyaları ile Amerika’da yaşayan müslümanlar ve islâmî kuruluşlar, İslâm’a yönelik daha ileri düzeydeki saldırıların önüne geçmiş oldular.

Amerika’ya yönelik bu tarihi saldırının çok yönlü yansımalarından biri de, doğrudan Amerika’daki hayat ve yaşam biçimiyle ilgili. Bu hadiseden sonra Amerika’da hiç bir şey eskisi gibi olmayacak. Amerika’nın sunduğu özgürlük ve refah ortamının arkasında büyük bedellerin yattığını bütün Amerikalılar gördüler. insanlar sahip oldukları özgüveni yitirmiş durumdalar. Kendi topraklarında hiç savaş yaşamamış Amerika, bu hadiseyle ölümün ve acının ne olduğunu bizzat müşahede etti.

Teyid etmekte fayda var: Bunca insanın hayatını kaybetmiş olması büyük bir trajedi. Bunun toplumsal psikolojiye ve Amerikan dış politikasına nasıl yansıyacağını hep beraber göreceğiz. Dua edelim ki Yüce Mevlâ bu felaketi sonsuz rahmetiyle hepimiz için hayra tebdil eylesin.

Kaynak : Semerkand Dergisi

Ana Sayfaya Dön