görür, bunun için batın ilminin reddedilmesi
gerektiğini söyler. Bazıları da asıl olanın batın ilmi
olduğunu, zahirin şekil, resim ve temsilden ibaret
bulunduğunu, zahirdeki ilim ve ibadetlerin ancak avam halkı
ilgilendirdiğini, hali ileri ve yüksek olanların bu tür
sorumluluklardan kurtulduğunu söyleyerek dinin temelini
oluşturan zahiri ilimleri ve amelleri terk eder. Üzülerek
belirtelim ki, her iki grup da İslâm aleminde büyük fitne ve
yıkıma sebep olmuşlardır.
Birinci grup Kur’an ve Sünnet üzere kurulu tasavvufu
inkâra kalkmış, ikinci grup ise tasavvufu kötü emellerine
malzeme yapmıştır.
Zahir ve batın ilminin ne olduğunu bilmeyenler, hangi
grubu dinlese haklı zanneder, İslâm’ın batınî fıkhını ihya
eden gerçek tasavvuf hakkında şüpheye düşer. Bunun için zahir
ve batın ilminin iç yüzünü bilmemiz gerekir.
AYNI HAKİKATİN İKİ
YÜZÜ
Zahir, bir şeyin dışı, görünen, ortada olan, müşahede
edilen, duyu organları ile hissedilen ve bilinen kısmı
demektir.
Batın, bir şeyin iç yüzü, görünmeyen yanı, saklı ve
sırlı yönü, tefekkür, feraset ve kalp basireti ile bilinen
kısmı demektir. Burada konu ettiğimiz zahir ve batın ilmi,
dinî hayatımızla ilgili olmazsa olmaz kabilinden iki ilim
çeşididir.
Dolayısıyla zahirî ilim dendiğinde, zahirde bedenle
yapılan iş ve ibadetlerin hükümlerini öğreten ilim
anlaşılır.
Batınî ilim ise iç alemimizin ilmidir. Kalple ilgili
amellerin ve ibadetlerin hakikatini öğretir. İnsanın kalbini,
ruhunu ve nefsini tanıtır, onların terbiye yolunu
gösterir.
Varlıkların iç yüzünü, kainatın inceliklerini, gayb
alemini, melekût aleminin sırlarını, ahiret hallerini konu
edinen ilme de batınî ilim denir.
Dinimiz, her iki ilimden de gerektiği kadarını bize
öğretmiştir. Bu iki ilmin bir kısmı herkese farzdır. Bir kısmı
ise fazilettir. Dinimizin öğrettiği ve herkesten istediği
zahir ve batın ilmi, bütünüyle Kur’an ve Sünnet ilminden
ibarettir. Bu iki ilim beden ile ruh gibidir. İkisi birbirini
tamamlar, biri olmadan diğeri vazife göremez, fayda
vermez.
Zahir ilmine şeriat ilmi, batın ilmine hakikat ilmi
denmesi, sadece alanlarını belirtmek içindir. Yoksa birisi
diğerinden daha az lazımdır manasında değildir. Her ikisi de
dinimizin öğrettiği ilimlerdir; ilahî hükümleri bildirir,
Allah’ın muradını öğretir, kulun Rabbine karşı koruyacağı
hukuk ve edebini gösterir. Büyük veli İmam Kuşeyrî K.S. şu
mühim tespiti yapar:
“İyi bil ki, Allah’ın emri ile vacip olması bakımından,
şeriatın öğrettiği her ilim aynı zamanda hakikat ilmidir. Aynı
şekilde, hakikat ilmi de Allah’ın emri ile vacip olması ve
arife Yüce Allah hakkında ilim ve edep öğretmesi sebebiyle bir
şeriat ilmidir.”
Allame Arusî Rh.A. bu söze şu kaydı ekler: “Çünkü her
iki ilmi emreden de Yüce Allah’tır. Sonuçta kaynak ve hedef
birdir. Birisi insanın zahiri amellerini, diğeri de kalple
ilgili edeplerini öğretir.”
TASAVVUF ZAHİRDEN KOPMAK
MI?
Tasavvuf, dinin zahir ve batın ilimleri dışında bir
ilim öğretmez. Tasavvuf özellikle dinin manevi boyutuna ve
takvaya yönelmiş bir kurumdur. Bu durumuyla dinî hayatın bir
parçasıdır, hizmetçisidir. Diğer taraftan dinin öğrettiği
zahir ve batın ilmine uygun olmayan bütün ilim ve fikirler,
adı ne olursa olsun, din dışıdır. Allah katında geçerli
değildir. İnsanı gerçek mutluluğa erdirmez, ahirette azap
sebebidir.
Din, insanın zahirine ve batınına bir bütün olarak
hitap eder. İlâhî hükümler iki türlüdür. Birisi zahirimizi,
diğeri iç alemimizi ilgilendirir, insanın kâmil olması her iki
ilimden pay sahibi olmasına ve zahiri gibi batınını da
güzelleştirmesine bağlıdır. Çünkü insan, kalbi ve kalıbıyla,
fikir ve fiili ile, içi ve dışıyla birlikte
insandır.
Her ibadetin bir zahir bir de batınî yönü vardır. Yani
bir görünür yüzü, bir de iç yüzü. Zahiri yönü bedeni, batınî
yönü kalbi ilgilendirir. Mesela, namazda başlangıç tekbiri
farzdır, bu dilin vazifesidir. Aynı şekilde namaza gösteriş
katmadan onu sadece Allah için kılmaya niyet etmek de farzdır.
Bu niyet ve ihlâs kalbin amelidir. Diğer bütün ibadetlerde de
durum aynıdır. Ayrıca sadece kalple yapılan farz ibadetler de
vardır. İhlâs, huşu, tefekkür, teslimiyet, tevekkül, rıza,
sabır, muhabbet gibi. Bunları öğreten ilme de batın ilmi
denir
Şimdi hangi akıllı mümin: ‘Ben dinin öğrettiği ilim ve
amellerden zahirle ilgili olanları kabul ederim, fakat batınla
ilgili olanları dikkate almam’ diyebilir? Bu konuda fakihle
sufinin, muhaddisle müfessirin, halk ile yöneticilerin ne
farkı vardır?
Büyük veli Ahmed er-Rufaî K.S., kâmil sufi ile geçek
fakihin hiçbir farkı yoktur der ve şunu sorar: “Hangi kâmil
sufi talebelerine: ‘Namaz kılmayın, oruç tutmayın, haramlara
dikkat etmeyin, siz sadece zikirle meşgul olun yeter!’
diyebilir. Ve hangi gerçek fakih talebelerine: ‘Allah’ı çok
zikretmeyin, nefsinizle mücadele etmeyin, ihlâsla amel etmek
için uğraşmayın, siz namazı kılın, orucu tutun yeter!’
diyebilir?”
Elbette her müslümanm zahirini ve batınını ilgilendiren
ilâhî emirler aynı derecede önem arz eder. Onları bilmek ve
gereğini yerine getirmek farzdır. Zahir ve batın ilminden bu
kadarı herkesi ilgilendirir. Bu kısmın ihmali insanı sorumlu
eder.
Zahir ve batın ilminin bu kısmına kimsenin itiraz hakkı
yoktur. İtiraz eden sadece cehaletini ispat etmiş olur. Burada
zor olan, zahir ve batınla ilgili hükümleri bilmek değil,
ilmin gereğini yapmaktır. İmam Gazalî Rh.A.’in belirttiği
gibi, bazı insanlar ilimde İlerlemiş fakat amel ve güzel
ahlâkta geri kalmıştır. Sadece bilmekle yetinen ve kalbini
ihmal eden böyle kimseler, şeytan tarafından ilimle aldatılmış
kimselerdir. Allahu Tealâ: “Hiç şüphesiz nefsini günah
kirlerinden temizleyen kurtuldu.” (Şems/9) ayetinde, kurtuluşu
kalbin günahlardan nasıl temizleneceğini bilmeye; bu bilgiyi
kitaplara yazmaya ve insanlara öğretmeye değil, kalbi bizzat
temizlemeye bağlamıştır. İşte tasavvuf terbiyesinin hedefi,
ilmi amele çevirmek, ameli ihlâs ve muhabbetle yerine getirmek
ve sonuçta marifetullaha erişmektir
Tartışmaların Merkezi: LEDÜN
İLMİ
Hz. Peygamber A.S.’dan ümmetine iki türlü ilim miras
kalmıştır. Birisi zahirî ibadet ve hükümlerle ilgili, diğeri
ahlâk ve manevi hallerle ilgili ilimdir. Hükümler aktarma
yoluyla ve akılla öğrenilir. Güzel ahlâk ve manevi haller ise
kalp ve ilâhî aşkla elde edilir. Gerçek alim ise her iki
ilimden yeteri derecede pay sahibi olan kimsedir. Ona rabbanî
alim, arif, muhakkik ve kâmil mümin denir. O, Allah’ın
yeryüzünde canlı şahidi ve seçilmiş bir dostudur. Tasavvuf
büyükleri veli ve sufi deyince bu kimseyi
kasdederler.
Allahu Tealâ, gerçek takvaya ulaşmış dostlarına yüksek
manevi haller, herkesten ayrı özel ilimler, Kur’an ve Sünnet’e
farklı bakışlar ve derin anlayışlar ikram etmiştir. Bu haller
ve ilimler, zahirî ilimlere sıkıca bağlı olmanın sonucu oluşan
ilâhî aşk ve takvanın hediyesidir. Arifler, takva olmadan
kalpte manevi ilim kapılarının açılmayacağını belirtmişlerdir.
Allah dostlarına verilen bu özel ilimlere de batın ilmi
denir. Bu kısım, herkese farz olan ilme girmez. O özeldir,
ilâhî hediyedir, fazilettir, ayrı bir şereftir. Bu batın
ilmine irfan ilmi, sır ilmi, ledün ilmi, feraset ilmi, gayb
ilmi, vehbî ilim, keşif ilmi, hikmet ilmi, hakikat ilmi,
ilham, yakîn ilmi gibi isimler de verilmiştir. Hepsi Yüce
Allah’ın sevdiği kuluna bir rahmeti, ikramı ve özel
tecellisidir.
Bu özel ilmin muhtelif ayet ve hadislerde övüldüğünü ve
teşvik edildiğini görüyoruz. Mesela Kur’an, uyanık kalp
sahiplerinin özel bir tespit gücüne sahip olduğunu belirtir
(Hicr/75). Tirmizî ve başka birçok kaynakta yer alan hadisler,
bu ferasetin ilâhî nurla olduğunu beyan eder. Yine birçok
muteber kaynakta bulunan “Kur’an’ın her ayetinin bir zahirî
bir de batınî manası vardır.” hadis-i şerifi, ehli olan
kimseler için gizli ilim yollarının açık olduğunu
gösterir.
Genelde fakihlerle sufilerin tartışması işte bu batın
ilminde olmuştur. Halbuki sufiler, fakihin, müfessirin ve
muhaddisin ayet ve hadisten anladığı ilk manayı kabul
etmektedir. Ondan sonra bir adım daha ileri giderek ayet ve
hadislerin ruhuna aykırı olmayan yeni manalar, farklı ilimler
ve değişik hikmetler ortaya koymaktadır.
Velilerin hiç bahsetmedikleri, Allah ile kendi
aralarında kalan özel ilimler de vardır. Herkes onları
bilmekle mükellef değildir. Bu tür ilimler bizde yok diye
onları inkâr etmek, Yüce Allah’ın rahmetini sınırlamak olur.
Oysa Allahu Tealâ: “Her bilenin üzerinde daha iyisini bilen
bir başkası vardır.” (Yusuf/76) ayetiyle, bizlere edep ve
tavazu öğretmektedir. Çünkü ilmin bir sonu yoktur. Kur’an,
Yüce Allah’ın ilim ve tecellilerini tespit etmeye denizler
mürekkep olsa yetmez diyor. (Kehf/109)
Büyük veliler, manevi keşif ve kalple ilgili
ilimlerdeki yanılmaları ve ayak kaymalarını önlemek için çok
sıkı tedbirler almışlar ve sağlam kaideler
koymuşlardır.
KEŞİF, İLHAM ve
ÖLÇÜLER
Gerçek sufiler, zahir ve batın, bütün işlerinde Kur’an
ve Sünnet’i vazgeçilmez bir ölçü ve hakem yapmışlardır. Kur’an
ve Sünnet’in hükmüne ters düşen keşif, ilham, varidat türü
şeyleri ihtiyatla karşılamışlar ve onlarla amel etmemişlerdir.
Allah’a ulaşmanın tek yolu olarak Hz. Peygamber A.S.’ın
sünnetine uymayı görmüşlerdir. Ebu’l-Hasen Şazelî K.S. der
ki:
“Eğer doğru zannettiğin bir keşfin Kur’an ve Sünnet’e
ters düşerse, Kur’an ve Sünnet’in dediğini yap, keşfini terk
et ve nefsine, ‘hiç şüphesiz Yüce Allah benim için emniyeti
Kur’an ve Sünnet’te sağladı, keşif ve ilhamda sağlamadı’
de.”
Büyük Arif İmam Rabbanî K.S. de bu konuda şu uyarıları
yapar:
“Tasavvuf terbiyesine giren kimseye önce Ehl-i Sünnet
inancına göre itikadını düzeltmesi gerekir. Sonra, Kur’an ve
hadisi ancak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat alimlerinin anladığı ve
kabul ettiği manalara uygun tevil ve tefsir etmelidir.
Eğer keşif ve ilham yoluyla kalpte Kur’an’a ve Sünnet’e
ters gelen bir şey zuhur ederse, onları terk etmeli ve bu tür
şeylerden Allah’a sığınmalıdır. Yüce Allah’ın zat ve sıfatları
hakkında kalbe ve akla gelen bütün manalar, dinin zahiri
ilimlerine uygun olmalıdır. Allah’a yaklaşma, ulaşma, kavuşma
gibi durumlar ve haller, zahir ilmin kabul ettiği mananın
dışında düşünülmemelidir.
Bazı alimlerin amelde kusuru varsa da onların dinin
asıllarına dayalı görüşlerini toptan red etmemelidir. Bazı
veliler manevi sarhoşluk halinde zahir ilme ters düşen sözler
sarf etmişlerdir. Bunlara ‘şatahat’ denir. Onlar bu durumda
mazurdurlar. Hem bu durumda söylenen sözler ile amel edilmez.
Cezbe ve manevi sarhoşluk içindeki veliler irşad yapamazlar.
Onları sevdikleri Yüce Allah’a havale etmeli, haklarında
ileri-geri konuşmamalıdır.
Asıl mesele, ilâhî emirleri yerine getirip, yasaklanan
amelleri terk etmektir. Ne kadar dinin emirleri tutulursa, o
nispette nefse muhalefet ve Allah’a muhabbet edilmiş olur.
Hangi tarikatta nefse muhalefet fazla ise, o Allah’a giden
yolların en yakınıdır.” (Mektubat, 286. Mektup)
YOLDAN AYRILANLAR
İslam tarihinde Batıniyye diye anılan bir grup, “biz
batın ehliyiz, işin özü ve aslı batındır, batının dışındakiler
batıldır” diyerek fitne yaymışlar ve dinin temel esaslarını
tahrif etmişlerdir.
Hicri II. asrın başlarına kadar kökleri uzanan bu fitne
grubu, diğer dinlerle putperestliğin ve mecusiliğin
karışımından oluşmuş farklı bir akımdır. Daha çok siyasi
yollarla İslâm’ı tahrif için kurulmuştur. Onlara göre mesela
namaz imama itaat etmek, oruç imamın sırlarını korumak, zekat
mezhep mensuplarına ilim dağıtmak, hac imamı ziyaret etmek,
cennet dünyadaki rahat hayat, cehennem de dünyadaki çileli
yaşantıdır. Bu grubun İslâm ile hiçbir alakası yoktur. Bunlara
İbahiyye de denir. Zamanımızda az da olsa uzantıları
vardır.
Bunlardan başka bir grup da, önce mümin iken sonra
dinden çıkmışlardır. Bu kimseler bir zaman ibadet, taat ve
zikirle meşgul olduktan sonra, kendilerince kemale
erdiklerini, iç alemlerinin Allah’ın sevgi ve feyzi ile
dolduğunu, Allah’a kavuştuklarını, Allah ile bütünleştiklerini
düşünürler ve artık amel etmenin, namaz kılmanın bir gereği
kalmadığını söyleyerek bütün ibadetleri terk ederler. Ayrıca,
bu hale ulaşanlara hiçbir haramın zarar vermeyeceğini
söyleyerek rahatça haramlara dalarlar. Bu da şeytanın bir
oyunudur.
Bunlardan başka açıkça dini inkâr etmediği halde, ‘sen
benim içime bak, kalbin temiz olsun, niyetinde kötülük taşıma
yeter’ deyip, hiçbir ibadete yanaşmayan kimseler mevcuttur. Bu
da bir aldanmadır ve şeytanın oyunudur.
Sonuçta biz, insanı kalbiyle değil, görünen amelleri ve
davranışları ile tanırız. Bizler zahire, Allahu Tealâ
amellerle birlikte kalplere bakar. Kalbi güzel olanın işleri
de güzel olur. Güzel, Yüce Allah’ın sevdiği ve güzel diye
tanıttığı şeylerdir. Bunlar, hem zahirdeki hem de batındaki
ibadet ve salih amellerdir.
|